27 Eylül 2014 Cumartesi

Deliliğin Öyküsü

Deliliğin Öyküsü

      " Çok güçlü bir büyücü, bütün bir ülkeyi yok etmek ister, o ülke halkından herkesin su çektiği bir kuyuya sihirli bir atar.Kuyunun suyunu kim içerse delirecektir.
        
        Ertesi sabah, herkes kuyudan su çekip içer, hepsi de delirir. Yalnızca kraliyet ailesi, kendilerine ait özel bir kuyudan su çektiklerinden, delirmezler. Tabii kral çok kaygılanır, halkının sağlığını ve güvenliğini sağlamak için bir dizi emir verir. Ancak polisler ve müfettişlerde halkın içtiği sudan içmiş olduklarından, kralın emirlerini saçma bulur, uygulamazlar.

      Ülkede yaşayanlar kralın emirlerini duyduklarında onun çıldırdığına inanırlar, hep birlikte şatosunun önünde toplanıp tacını ve tahtını bırakması için gösteriler yaparlar. Umutsuzluk içindeki kral tahtından inmeye hazırlanırken kraliçe ona engel olarak der ki ' Gel, biz de o kuyunun suyundan içelim, o zaman biz de onlar gibi oluruz.'

     Ve öyle yaparlar: kral ile kraliçe de cinnet suyunu içip ânında saçma sapan konuşmaya başlarlar. Bu durumda halk taşkınlığından dolayı pişman olur; öle ya madem kral bu kadar bilgece konuşuyor, onu alaşağı etmenin bir anlamı yoktur.

     Ülkede barış ve huzur yeniden hüküm sürer, bu halk komşularından epeyce farklı bir hayat tarzı benimsemiştir, ama kral ölümüne dek ülkesini yönetebilmiştir. "

        Veronika Ölmek İstiyor
Paulo Coelho

Uzun zaman önce okumuş olduğum "Veronika Ölmek İstiyor" kitabında aklım hiç çıkmayan bu hikayeyi düşünüyorum zaman zaman. Toplum içinde insanların hepsi tek tip hepsi belirli kabul gören kurallar doğrultusunda yaşıyor. Biri bu kuralları biraz esnetecek olsa deli damgası yiyor hemen. Ya da insanların bana dediği gibi "garip biri" kalıbı kullanılıyor. İşte o zamanlarda diyorum ki belki de o kuyudan su içmemiş biriyim. Bugün bu hikayeyi sizlere ulaştırıp aranızda delilerin aklını karıştırmak isterken hikayenin devamındaki birkaç satırı da okumuş bulundum. İki karakter arasında geçen konuşma uzun zamandır içinde bulunduğum sıkıntının nedenini anlamamı sağladı. Aranızda benle aynı sıkıntıyı hissedenlere yardım olmak için o diyaloğu da ekliyorum.

(Konuşma tımarhanedeki iki kişi arasında geçiyor. Villete tımarhanenin adı)

-"O dışarıdakiler, Vilette'in duvarlarının öte yanındakiler kimler, biliyor musun?"

-"Hep aynı kuyunun suyunu içmiş olanlar."

-"İyi bildin. Kendilerini normal sanıyorlar, çünkü hepsi hep aynı şeyleri yapıyorlar. Ben de işte, onların kuyusundan içmiş numarası yapacağım."

-"O dediğini ben çoktan yaptım. Esas sorunum da bu zaten. Hiç depresyon geçirmedim, ne derin bir keder, ne de müthiş bir mutluluk duymuşluğum var ömrümde, olmuşsa bile çok kısa sürmüştür. Benim sorunlarım herkesinden farksız."

Bu satırları okuduktan sonra delilere aynı gözle bak mümkün mü acaba? Farklı olup deli damgası yemek mi yoksa onlar gibi davranıp kendine sıkıntı vermek mi?

Ouroboros

19 Ağustos 2014 Salı

Obluda (The Monster Who Didn't Have A Name)



OBLUDA


Bugün sizlere Obluda dan bahsedeceğim. Obluda, monster animesinde geçen hayali bir çocuk kitabının adı anlamı da canavar. Animeyi izlerken mangakanın animenin ismini farklı bir hikayede kullanarak bu hikayeyi de animenin temel konusu yaptığını sanmıştım. Fakat daha sonradan yanıldığımı öğrendim ve bu çocuk kitabını sizlerle paylaşmak istedim. Yanıldığım konu çocuk kitabının hayali yani sadece animenin konusun için var olmamış olması. Gerçek hayatta resimli çocuk kitabı olarak bulunmakta. Sizleri Obluda ya da animedeki adının Türkçeleştirilmiş hayaliyle "İsimsiz Canavar" kitabıyla baş başa bırakıyorum. Resimli kitap yerine animasyon tercih edenler için sayfanın en altında animasyonu bulunmaktadır.Umarım beğenirsiniz.










Çok uzun zaman önce uzaklarda bir ülkede,
İsimsiz bir canavar varmış.
Canavar çaresizce bir isim istiyormuş.
Ve günün birinde canavar bir isim bulmak için yolculuğa çıkmaya karar vermiş.


Ama dünya çok büyük olduğu için bu yolculuğa ikiye bölünerek çıkmak istemiş.
Bir tanesi batıya giderken diğeri doğuya yol almış.



Doğu tarafına giden canavar kasabanın birine ulaşmış
Kasabanın girişinde kasabanın demircisini görmüş.
“Demirci Bey, bana lütfen ismini ver” demiş canavar.
“İsmini öyle kolayca veremezsin” diye cevaplamış demirci.



“Eğer ismini bana verirsen, senin içine girip sana güç vereceğim.”
“Gerçekten mi? Eğer beni güçlü yaparsan, sana ismimi verebilirim.”


Canavar kasabanın demircisinin içine girmiş.




Sonunda canavar, demirci “Otto” olmuş
Demirci Otto zaman içinde kasabanın en güçlüsü haline gelmiş.
Ama bir gün ağzından şu kelimeler dökülmüş,
“Bana Bakın. Bana bakın. İçimdeki canavar ne kadar büyüdü.”




Ham Hum! Ham Hum! Şapır Şupur! Gulp!
Aç canavar demirci Otto’yu içten dışa yemiş.


Ve yine isimsiz bir canavar haline gelmiş.



Kasabanın ayakkabacısı Hans’ın içine girdiğinde bile…



Ham Hum! Ham Hum! Şapır Şupur! Gulp!
Ve yine isimsiz bir canavar haline gelmiş.



Kasabanın avcısı Thomasın içine girdikten sonra…



Ham Hum! Ham Hum! Şapır Şupur! Gulp!
Ve yine isimsiz bir canavar haline gelmiş.





Canavar yeni bir isim bulma umudu ile gezinirken güzel bir şato görmüş.




Bu şatoda, hasta bir çocuk varmış.
“Bana ismini verirsen, sana gücümü veririm.”
“Eğer bu hastalığı iyileştirip bana gücünü verirsen, sana ismimi veririm.”



Canavar çocuğun içine girmiş.




Ve çocuk iyileşmiş.
Kral çok sevinmiş! “Prens iyileşti! Prens iyileşti!”


Canavar çocuğun ismini çok beğenmiş.
Aynı zamanda şato da yaşamayıda çok sevmiş.
Ne kadar acıksa da, bu açlığa dayanmış.
Her gün karnı guruldamış ama yine de dayanmış.


Fakat, günün birinde pes etmiş ve şöyle demiş,
““Bana Bakın. Bana bakın. İçimdeki canavar ne kadar büyüdü.”


Çocuk kralı ve hatta yardımcılarını bile yemiş
Ham Hum! Ham Hum! Şapır Şupur! Gulp!


Yine etrafta kimse kalmayınca, çocuk yollara düşmüş.
Günlerce yürümüş, yürümüş.



Günlerden bir gün, çocuk, batı ya seyahat eden diğer canavarla kaşılaşmış.
“Artık bir ismim var. Çokta güzel bir isim.


Batıya giden canavar şöyle cevaplamış,
“Benim isme ihtiyacım yok. Böylede çok mutluyum.”
Şunu kabullenmeliyiz “Biz isimsiz canavarlarız”.


Çocuk batıya giden canavarı tek lokmada yutmuş.



Ve canavarın sonunda bir ismi varmış,
Fakat onu bu isimle çağıracak kimsesi kalmamış.
Johan ne güzelde bir isimmiş.










ouroboros

31 Temmuz 2014 Perşembe

OKUYAN BİR KIZLA ÇIK




Bloglar arası yaptığım gezilerin birinde gözüme takılan bir yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. Yazıyı okuduğumda gerçekten çok etkilendim. Sanırım hayalimdeki kızın yazıya dökülmüş haliydi bu. Fakat Türkiye gibi bir ülkede böyle bir kızı bulmak çok zor. İşte bu yüzden yazıdan bu kadar etkilenmiştim. Çok nadir olan bir çiçeği koklamak gibi bir şeydi bu yazıyı okumak. Sizde okuyun ve bakın hayallerinizin yansımasını görebilecek misiniz?


OUROBOROS


Okuyan bir kızla çık. Parasını kıyafet yerine kitaplara yatıran bir kızla çık. Kitapları yüzünden dolabına sığamaz o. Okuyacağı kitapların listesini yapan, 12 yaşından beri kütüphane kartı olan bir kızla çık.
Okuyan bir kız bul. Okuyan bir kız olduğunu çantasında her zaman okuduğu bir kitap bulunmasından anlayabilirsin. Kitapçıda, sevgiyle raflara bakan ve aradığı kitabı bulduğunda sessizce çığlık atandır o. Sahafta, eski bir kitabın sayfalarını koklayan fıstığı gördün mü? İşte o okurdur. Hele sayfalar sararmışsa kesinlikle dayanamazlar.
Kahvecide beklerken okuyan kızdır o. Fincanını dikizlersen, sütsüz kremasının yüzdüğünü görürsün çünkü o çoktan dalmıştır kitaba. Yazarın yarattığı dünyada kaybolmuştur. Sen de bir sandalye çek yanına. Sana ters ters bakabilir çünkü okuyan kızların çoğu rahatsız edilmek istemezler. Ona kitabı sevip sevmediğini sor.
Ona yeni bir kahve ısmarla. Murakami hakkında ne düşündüğünü söyle. Kardeşliğin ilk bölümünü bitirip bitiremediğini öğren. Joyce’un Ulysses’ini anladığını söylüyorsa entelektüel görünmeye çalışıyor demektir. Alice’i seviyor mu yoksa Alice mi olmak istiyor, bunu sor.  
Okuyan bir kızla çıkmak kolaydır. Doğum gününde, yılbaşında ve yıldönümlerinde ona kitap alabilirsin. Ona sözcükler hediye et, şiirlerden şarkılardan hediye sözcükler. Ona Neruda, Pound, Sexton, Cummings hediye et. Kelimelerin aşk olduğuna inandığını bilsin. Gerçekle kitaplardaki gerçeği ayırt edebilir ama yine de yaşamını biraz da olsa, en sevdiği kitaptakine benzetmeye çalışacaktır. Bunda senin suçun yok.
Bir biçimde, bunu deneyecektir. Ona yalan söyle. Sözdiziminden anlıyorsa, yalan söyleme ihtiyacını anlayacaktır. Sözcüklerin ardında başka şeyler var: niyet, değer, ayrıntılar, diyalog. Dünyanın sonu olmayacaktır. 
Onu bırak. Çünkü okuyan bir kız çöküşlerin her zaman zirveyle biteceğini bilir. Çünkü her şeyin bir sonu olduğunu bilir. Hikayenin devamını her zaman yazabilirsin. Tekrar tekrar başlayabilir ve hala kahraman olarak kalabilirsin. Bu hayatta bir iki kötü adama yer vardır. 
Olmadığın her şey için neden korkasın ki? Okuyan kızlar bilirler ki tıpkı karakterler gibi insanlar da gelişebilirler. Twilight serisi istisnadır.
Eğer okuyan bir kız bulursan, yanından ayırma/ayrılma. Gecenin bir yarısında, kitabı göğsüne yaslamış ağlarken bulabilirsin onu, bu durumda ona çay yap ve sarıl. Onu birkaç saatliğine kaybedebilirsin ancak her zaman sana dönecektir. Kitaptaki karakterler gerçekmiş gibi konuşacaktır, çünkü bir anlık da olsa, gerçektirler. 
Ona bir sıcak hava balonunda ya da bir rock konserinde evlenme teklif et. Ya da bir dahaki hastalığında gelişigüzel bir şekilde. Skype üzerinden teklif et. 
O kadar sıkı gülümseyeceksin ki neden hala kalbinin infilak etmemiş ve göğsünün kan içinde kalmamış olduğunu merak edeceksin. Yaşam öykünüzü yazacaksınız, garip isimli ve garip beğenileri olan çocuklarınız olacak. Çocuklarınıza Şapkalı Kediyi ve Aslan’ı aynı gün izletebilir. Yaşlılığınızın kışında birlikte yürüyeceksiniz ve sen botlarındaki karı temizlerken, o mırıldanarak Keats okuyacak ezberinden.
Okuyan bir kızla çık çünkü bunu hak ediyorsun. Hayal edilebilen en renkli hayatı sana verebilecek bir kıza layıksın. Eğer ona sadece monotonluk, kayıp saatler ve yarım yamalak öneriler verebileceksen, yalnız kalman daha hayırlı. Eğer dünyayı ve onun ardındaki dünyaları istiyorsan, okuyan bir kızla çık. 
Ya da iyisi mi, yazan bir kızla çık sen.
                                                               Rosemarie Urquico
Türkçeleştiren: Onur Çalı


8 Nisan 2014 Salı

Yabancı


YABANCI


Merhaba arkadaşlar bugün sizlere varoluşçu edebiyatın en önemli temsilcilerinden biri olan Fransız Yazar Albert Camus’lun ilk kitabını yani Yabancı’yı anlatacağım. 110  sayfadan oluşan bu kısa kitap farklı bir şeyler barındırmasaydı nobel edebiyat ödülü alamazdı sanırım. Bu da önemli bir kitap olmanın sayfa sayısının çokluğundan değil cümlelerin niteliğinden geldiğinin bir göstergesi olmalı. Yapı bakımından kitap da aksiyondan çok kişilik özellikleri üzerinden durulduğu için oblomova benziyor ve bence oblomovdan sonra bu türdeki en iyi kitap sayılabilir. Fakat konu olarak çok basit. Bütün her şey kısa bir zamanda olup bitiyor. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız’ın kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izlemesini konu alıyor. Konunun özetinde dediğim gibi kahraman süreci kayıtsız biçimde izliyor. İşte kitabın ismi de buradan geliyor. Topluma ve kendine yabancılaşmış bir kişi yani yabancı. Yabancı, hayatın ve toplumun saçma, düşünmenin yorucu ve yaşamın makineleşmiş olduğunu gösteriyor. Ve bu mesajı kitabın ilk satırından son satırına her anında vurguluyor.


“Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum. Huzur evinden bir telgraf aldım. "Anneniz vefat etti. Cenazesi yarın kaldırılacak. Saygılar." Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dündü.” Diye başlıyor kitap ve kahramanımızın ruhsuzluğu içinize işliyor. Kahramanın duygusuzluğu bir ara kendimi yalnız hissetmeme bile neden oldu. Düşünmenize ve bazen hak vermenize neden oluyor bazı satırlar. Özellikle absürt felsefesinin işlendiği kısımlarda. Örneğin şu satırlar beni çok düşündürmüştü. "Herkes bilir ki, hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir, aslında 30 ya da 70 yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim, çünkü her iki halde de gayet tabii olarak başka erkekler ve kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir. İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve ne zaman olacağının önemi yoktur.”

Camus basit bir yazar olmadığını ilk yapıtıyla ortaya koymuş. Çok katmanlı ve simgesel, tekrar tekrar okunması gereken bir yapıt çıkartmış. Ve bu anlattıkları sadece bende oluşturduğu düşünceler ve duygular. Belki de siz çok daha farklı şeyler göreceksiniz kitap farklı anılarınıza-duygularınız dokunacak. Bunun için benim anlattıklarımı sadece bir öneri olarak görmenizi istiyorum. Yani kısacası bu tarz kitaplar anlatılacak değil okunacak kitaplardır.

Fakat sizlere bu kitap hakkında bir kaç şey daha söyleyeceğim. Kitap kendine birkaç filmde yer bulmuştur bunlar; "Jacob's Ladder" bizdeki ismi ile Dehsetin nefesi, “Jarhead” bizdeki adıyla Kavanoz Kafa ve "Life of Pi" bizdeki adıyla Pi’nin Hayatı.

Ve son olarak sizlere bir şarkı dinleteceğim.

The Cure grubunun Killing an Arab şarkısı doğrudan Yabancı kitabından alınmış cümlelerden oluşmaktadır.







Killing An Arab Lyrics
Standing on the beach
With a gun in my hand
Staring at the sea
Staring at the sand
Staring down the barrel
At the arab on the ground
I can see his open mouth 
But I hear no sound 

I'm alive
I'm dead
I'm the stranger
Killing an arab

I can turn 
And walk away
Or I can fire the gun
Staring at the sky
Staring at the sun
Whichever I chose
It amounts to the same
Absolutely nothing

I'm alive
I'm dead
I'm the stranger
Killing an arab

I feel the steel butt jump 
Smooth in my hand
Staring at the sea
Staring at the sand
Staring at myself
Reflected in the eyes
Of the dead man on the beach
The dead man on the beach

I'm alive
I'm dead
I'm the stranger
Killing an arab



Ouroboros

13 Şubat 2014 Perşembe

Geçmişten Kalma Yazılar -3-


Geçmişten Kalma Yazılar -3-



Dönüyor yalnız başına boşlukta. İçindekilerden habersiz kimsesiz yoksul. Bilmiyor ki çok değerli insanlar için. Birkaç ışık yılı uzakta en sıcak arkadaşı süzüyor onun yalnızlığını. Ona hayat veren tek şey arkadaşının sıcaklığı. Biliyor ki dönüyor onun etrafında. Bazen düz bazen eğimli olan bu monoton rotada.  Yaşamaktan sıkılmış değiştirmek istiyor rotasını. Ya koşup sarılmak istiyor sıcak arkadaşına ya da kaçıp donmak. Tek bir amacı var artık aynı şeyleri yapmamak. Ama cesareti yok hiçbir şeye. Korkakça sinmiş rotasına. Değişen gerçekler içinde aslında. İnsanların farkında olduğu bu durum hayatı değiştirecek olan. Yavaş yavaş değişiyor kutupları eriyor kalkanı. Öldürüyor onu sevenleri.


Ouroboros

Geçmişten Kalma Yazılar -2-



Geçmişten Kalma Yazılar -2-


"Beni rüzgarların daima estiği, uluduğu, haykırdığı bir tepeye gömünüz. Hayatın soğukluklarıyla varlığımda bir damla hararete hasret, donan en ince hücrelerime, kemiklerime kadar sıcak, yumuşak topraklar nüfuz etsin. Artık kelime, hazan, tebessüm yalan buzlarıyla üşümeyecek kadar sevgili arzın göğsünde yok olayım. Ebediyyen sıcak,rahat, yalnız ve uzak, yerin altında dinleneyim. Fakat kabrin karanlık kucağında ısındığım ve rüzgarların ebediyen estiği tepecikte , topraklara sarınarak en küçük hücrelerime kadar sıcaklık ve zulmetle kendimi ihata edeyim. Bu ebediyen esen rüzgarlarsa onların hayatından bana haberler getirsin. Öleyim, yok olayım fakat insanları işitmekten geri kalmayayım. Aşklar, merhametler, sızılar, kahkahalar, hıyaretler, her his ve fikir, her insan ve mesken soğusun , donsun. Ve en nihayet her biri mezarımın üstüne konsun.

Beni işte öyle bir rüzgarın soğuk sadmelerini ebediyyen hissederek yalnız, yüksek bir tepeye gömünüz. Fakat bilsem o yerin toprakları sıcak mıdır?"


Alıntı olması muhtemel. O zamanlar yazdığımda altına nereden alıntıladığımı yazmamışım. 

Ouroboros

Geçmişten Kalma Yazılar 1

Geçmişten Kalma Yazılar -1-


Ölüm tüm canlılar için bir miydi acaba , insan da dahil olmak üzere? Hayvanları öldüren ölümle yerdeki ottan yüz metre yüksekliğinde bir sequoindendran giganteum ağacı da dahil olmak üzere bitkileri öldüren ölüm ya da öleceğini bilen bir adamla, bir gün öleceğinin farkında bile olmayan bir atı öldüren ölümler aynı mıydı acaba? Peki kendisini kozasına hapseden ve kapıyı ören ipek böceğinin ölüm anı kapıyı kapattığı an mıydı? Kelebeğin yaşamı böceğin ölümünden mi doğmuştu? Yoksa kelebekte yaşadığına göre ipek böceği hiç ölmemiş miydi? İpek böceği ölmüyor, çünkü kelebek kozadan çıktıktan sonra geride bir ceset kalmıyor. O zaman cesetsiz ölüm olmaz mı?


Bir insan yaşarken ölü, ölüyken yaşıyor olamaz mı? Yaşayan ölüler görüyorum her gün, hareket eden cesetler. Ruhlarını kaybetmiş cansız insan bedenleri. Robot olabilir mi bunlar? Görev amacıyla yaratılmış tek düze robotlar? Beyinlerine işlenmiş komutları uygulayan robotlar. İşe okula koşturan robotlar. Hayatı umutsuzca yakalamaya çalışan var olmaya çalışan fakat ölü olduklarının bile farkında olmayan insanlar. Hiçbir zaman gerçekten mutlu olmamış sadece talimatları uygulayan yaşamın kölesi olmuş ruhsuz ölü insancıklar. İki nesil hayatta hiç var olmamış insanlar. O zaman ölüm gerçekten var mı? Belki de yaşam yoktur bu hayal dünyasında…

Ouroboros